28 Haziran 2010 Pazartesi

Son 40 yılın en vurucu afişlerinden bir örnek


Alexander Faldin, Svetlana Faldina, Rusya, 1987

Bir reklam ajansına iş başvurusu


Reklam ajansına bir kutu yolladı hayatı değişti

(Defalarca okuduğum,reklamcılık konusunda bana şansın ve hayal gücünün
hiçbir, imkansızlık karşısında zayıf kalamıycağını ispat eden ve beni tetikleyen
gerçek alıntıdır.TK)

Her şey bir tehdit mektubuyla başladı. Serdar Erener’in reklam ajansı Alamet-i Farika’ya iş başvurusunda bulunmak istiyordu. Gazeteden kestiği harflerle "Cellocan elimizde, Özlem’i işe almazsanız sorumluluk size ait. İmza Özlem, pardon bir dost" yazdı ve gönderdi. Kağıdın sol tarafına da bir Cellocan fotoğrafı iliştirmişti.

Hemen akabinde Alamet-i Farika’ya Özlem’in CV’si de ulaştı. Beyaz bir dosya kağıdına okuduğu okulları, çalıştığı şirketleri sıralamak yerine kendini anlattığı kocaman bir kutu hazırlamıştı. Çünkü ne okuduğu üniversite ne de daha önce yaptığı işlerin metin yazarlığıyla alakası yoktu. Orman mühendisiydi ve uzun yıllar müzik sektöründe çalışmıştı. Kutu tıklım tıkıştı. Yüzücülük madalyaları, yara bandı, çivi, vida, okunmuş çikolata, minik bir kutu süt... Hepsinin bir nedeni vardı. Yara bandı ve çivi gibi şeylerle "Küçük çözümler, büyük işler başarır" demek istiyordu. Çikolatanın üzerine "okunmuş" yazarak da Türkiyeli olduğunu anlatıyordu. Sonuçta Özlem Küçükyılmaz(32) işe alındı. Hikayesi kariyer seminerlerinde anlatıldı. Ve sayesinde Alamet-i Farika’ya kutu yağmaya başladı. Şimdi reklamcı olmak isteyen gençler Özlem Küçükyılmaz gibi kutu ile işe başvuruyor. Ama Özlem onlara daha yaratıcı olmalarını öneriyor. "Kutu bir kere yapılmış bir şey. Başka bir şey yapmak lazım. İnsanın kendini ifade edebileceği bir yol mutlaka vardır."
Adana’da doğdu. Muhalif tarafını sendika ile uğraşan babasından, sosyal tarafını kozmetik mağazası sahibi annesinden aldı. Ortaokul, lise yıllarında okul sonrasında annesine yardıma gidiyordu. Bu sayede insan ilişkileri gelişti, bakımlı kadın nasıl olur öğrendi. Sosyal bir çocuktu. Bütün müsamerelere katıldı, başrolleri hep o kaptı. İyi bir yüzücü olmak tek tutkusuydu. Hayatının 12 yılında hiç durmadan kulaç attı.
18 yaşında üniversiteyi kazanıp İstanbul’a geldi. Okul, İstanbul Üniversitesi Orman Mühendisliği Fakültesiydi. Bu bölümün karakteriyle ve hayalleriyle uzaktan yakından alakası yoktu. Sekiz yaşından beri yazar olmak istiyordu. Ama nedense bu konuda bir hamle yapmıyordu. Yazdığı şiir ve öyküleri kimseyle paylaşmıyor, sadece duruyordu. Besbelli bir mucize bekliyordu.
Üniversiteden mezun olduğu yıl aşk çıkageldi. Hemen evlendi, hemen hamile kaldı ve bir kızı oldu. 2 yaşına kadar kendi baktı. Kızı üç buçuk, kendi 28 buçuk yaşındayken boşandı. Bu arada Dream Design Factory’nin müşteri tarafında çalışıyordu. Müzik sektörüne geçti. Farklı firmalarda satış, pazarlama yöneticiliği yaptı. Tarkan’dan Nazan Öncel’e, Mustafa Sandal’dan Özcan Deniz’e kadar bir çok ünlünün telif haklarını onların adına kovaladı. O sırada da şiir, öykü ve şarkı sözü yazıyordu ama her zamanki gibi kendine saklıyordu.

32 yaşına bastığı gün kendine gelmeye, yazmakla ilgili çabalamaya karar verdi. Kafasında uçuşan senaryolardan birinin kurgusunu tamamladı, bir sitcom projesine dönüştürdi ve BKM ile görüşmeye gitti. BKM çok beğendi ama dramaya ihtiyaçları vardı, Özlem’e bir dram senaryosu siparişi verdiler.

ÇOK ÜŞÜR, ŞİİR YAZAR, ANNE

Senaryolarını okuyanlardan hep aynı öneriyi duyuyordu: "Kıvrak bir kalemin var, reklam yazarı olmayı denesene..." Deneyecekti de kendine pek güveni yoktu. 32 yaşındaydı, hiç deneyimi yoktu, üstüne üstlük orman mühendisiydi. Bir gün gazetede gördüğü bir ilan onu motive etti.

Serdar Erener’in sahibi olduğu reklam ajansı Alamet-i Farika eleman arıyordu, yaratıcı olduğunu düşünenleri görüşmeye çağırıyordu. Oturdu CV’sini yazdı ama yazdığı şeyden hiç memnun kalmadı. "Bu ben değilim ki" diye düşündü. Daha yaratıcı bir şey yapmazsa işe alınmayacağını biliyordu. İlk iş CV’sini poşet bir dosya kağıdına koydu. Üzerine küçük pos-itlerle gerçek Özlem’i anlatan kelimeler yazdı: "Çok üşür, şiir yazar, anne, sıcakkanlı, hızlı..." Ertesi gün sokakta gezerken iki rozet gördü. Birinde "Hayatta her şey olabilir", diğerinde de "Bakalım bugün neler olacak" yazıyordu. Hemen satın aldı. Kendini, hayata bakışını anlatacak bir kutu hazırlayacaktı. Kutunun en üstüne de bu rozetleri iğneleyecekti.

İlk iş edebiyata olan ilgisini yansıtmaktı. Şiirlerini, öykülerini ve senaryolarını itinayla kutunun zeminine yerleştirdi. Yazma tutkusundan ötürü gelişen kırtasiye bağımlılığını anlatmak için bir sürü kalem ekledi. Hayatının dönüm noktası olan kitabı unutamazdı: "Nazım Hikmet’in Kemal Tahir’e Mektuplar kitabı benim için çok önemlidir. Kitabın ilk sayfalarında Nazım Hikmet’in bir şiiri var. Şiirin bir yerinde ’kayısı gibi’ diye bir laf geçiyor. İlk okuduğumda o laf beni rahatsız etti. Kitabın ortalarına doğru Nazım Hikmet, Kemal Tahir’e yazdığı bir mektubunda şöyle diyordu: ’Şiirim hakkında yaptığın tenkitleri okudum. Gerçekten de kayısı gibi lafı lüzumsuz, çıkaracağım.’ Bu cümleyi okuduğumda ayaklarım yerden kesilmişti. İyi yazı yazacağımın ilk sinyali budur."

Senaryo ve kitaplardan sonra kutuya çift taraflı bant, ataç, kilit ve vida gibi araç gereçler koydu. "Küçük çözümler, büyük işler başarır" demek istiyordu. 12 yıllık yüzücülük deneyiminde kazandığı madalyalar ilk defa işe yaradı. Onlar sayesinde disiplinli ve sabırlı olduğunu anlattı. Para kazanmanın da önemli olduğunu vurgulamak için kutuya 50 kuruş attı. Reklamcılık sektörünü takip ettiğini, Love Mark, aşkla bağlanılan markalar terimini bildiğini anlatmak için küçük bir kutu Pınar süte kalpler bağladı.

Yedi yaşındaki küçük kızından bahsetmemek olmazdı. Defne’nin okuma yazmayı ilk söktüğü gün yazdığı notu kutuya koydu. Notta "Anneciğim sen olmasaydın ben ne yapardım" yazıyordu.

HIZLIYIM ÇÜNKÜ TEMBELİM

Yazdığı birkaç şarkı sözü tesadüf eseri birilerinin kulağına gitmiş ve ünlü şarkıcıların albümlerinde yer almıştı. Emel Müftüoğlu, Yonca Lodi ve Sedat bunlardan üçüydü. Üçünün CD’si de kutudaki yerlerini aldı. Kutuyu açanların gülümsemesi için "İstediğiniz kişiye sekiz dakikada nasıl evet dedirtirsiniz" isimli kitabı da koydu. Üstüne de "Bana cevap vermeden önce lütfen bunu okuyun!" yazdı. Bir de ilaç prospektüsü yerleştirdi. "Enine boyuna incelerim, etkileri ve yan etkileri hep göz önünde tutarım" demek istiyordu. Türkiye’yi iyi tanıdığını da marketten aldığı çikolatanın üstüne "Bu okunmuş bir çikolatadır. Bunu yiyen bana evet der" yazarak anlatıyordu. En sona bir itiraf saklamıştı. Oyuncak aslancık, hem aslan burcu olduğunu hem de aynı ormanlar kralı gibi yan gelip yatmayı sevdiğini anlatıyordu. "Bir işi çabuk yapıyorsam, tembellik moduna çabuk geçmek içindir" diyordu.

Fotoğraf büyük sorundu. Özlem vesikalık çektirmekten nefret ediyor, hiçbirinde kendi gibi çıkmıyordu. Çareyi kutuya büyük ebatlı, çerçeveli fotoğraflar koymakta buldu.

Sonunda dolup taşan bu kutuyu Alamet-i Farika’ya gönderdi. İlk görüşmede neyi ne için koyduğunu anlattı. Herkes çok etkilendi ama diğer başvuruları da değerlendirmek için Özlem’i yaklaşık iki ay beklettiler. Özlem bu iki ayda da boş durmadı. Taciz telefonları, e-mailler ve mektuplar yollamaya devam etti. Bir gün "Ne zaman karar vereceksiniz, dokuz doğurdum" diye telefon açtı. Ertesi gün dokuz tane bebek resmi postaladı.

Ve 10 Ocak’ta işe başladı. İki aylık bir deneme süresinin ardından metin yazarı oldu. Ekibe alışması, diğer reklamcıların bir orman mühendisini kabullenmesi zor oldu ama oldu. Özlem, "Bu yaşadıklarım bazen bana rüya gibi geliyor" diyor.

25 Haziran 2010 Cuma

Üstü de sana kalsın be İstanbul


Sözde ömre bedelmiş bu gözler
Oysa ömürsüz sevdalara bedel olmuş bu gözlerim

O da yetmemiş,
Komşularım olmuş artık kuşlar böcekler, sırdaşlarım olmuş park bankları,
Sırtımı dayadığım rumeli de kavak ağaçlarım olmuş şimdi
Sırdaşım olmuş artık dostlarım değil dost dediğim bu kaldırımlar şimdi...

Yine bir sarhoş luzümsuzluğuyla yazıyorum galiba,
Akşam ayazı üşüyorumda ,hani mürekkebimde donmak üzere ya ama yinede yazmaya çalışıyorum....

Önce bu şehre küfür sokuyor sonrada ellerimi cebime sokuyorum.
Ama yinede yazmaya çalışıyorum...
Ne biçim üzülüyor ne biçim üzmek istiyorum şimdi birilerini
Aklını tarumar eden bir kadın olmanın bedelini istiyorum şimdi birilerinden

Bu şehrin zirveler umduğum dağ düşüncelerinde yaşarken
Şimdi kıyılarında bu ayyaş kayalarındaki yosununu kokunu kazımakla ,
Böylesine bir oyalanmanın bedelini istiyorum....

Çünkü şimdilerde,
Yolculuğu bitmemiş yolcular gibiyim,
Paslanmış zamanlarda tekeri ters dönmüş
Çıkmaz yollara girmiş külüstür gibiyim

Park bekçisi kalk artık dediğinde bile ona da burda lanet edicek gibiyim şimdi,
Ama çok değil 2 saat sonra,
Aslında bu çimlerden kalkıp eve gitmeye koyulunca farketttim de

Zaten vereceklerin benden aldıklarını karşılamaz ,
Bu şehre bedel olmuşluğumunda
Her iki boğazında bedelini yine bırak ben ödeyeyim
GÖZLERİMLE SÖZLERİMLE...
Üstü de sana kalsın be Istanbul...

Tuğba Kurt 9 Şubat 2010

24 Haziran 2010 Perşembe

TASARIM DÜNYAYI KURTARABİLİR Mİ?


Son on yıldır tasarımın toplumsal bir rolü olduğu, dünyanın, başta çevre sorunları olmak üzere kötüye gidişini durdurmak için kullanılabileceğine dair iddialarla daha fazla karşılaşır olduk. Özellikle küresel krizle beraber tasarımın toplumsal rolü, uluslararası tasarım camiasında giderek daha fazla önemsenen bir konu oldu.


Bilinmesine karşın çokça gözardı edilir: Toplumsal dinamikler sürekli bir devinim içindedir. O yüzden, sanki ilelebet sürecekmiş gibi görünen güç dengelerine dayanan toplumsal ve iktisadi yapıların tam da en güçlü göründükleri anda, aslında sadece tarihsel süreçteki görece kısa durağanlık anlarından ibaret olduklarını görüyoruz. Bugünün muktedir, hükümran yapıları, söylemleri daha doğarken içlerinde kendilerini sonlandıracak yeniyi de barındırıyorlar. Yaşanan kriz küresel finans piyasalarına dayalı, hakim iktisadi düzenin bir sonucuydu. Kriz bugün değer yargılarımızı, önceliklerimizi, hayata bakışımızı değiştirdi, değiştirmeye devam ediyor. Yeni sosyal, iktisadi yapı ise kendi iç çelişkileriyle beraber doğuyor. Değişim değişmeyen tek şey... Değişimi yakalayabilmenin yolu ise, bunun arkasındaki dinamikleri, ilişkileri ve aktörleri anlayabilmekten geçiyor. Yani, diğer bir deyişle bu politik bir şuur meselesi.


Varlık nedeninin, mevcut olanı daha iyiye dönüştürmek, değiştirmek olduğunu beyan eden, sadece bir meslek değil aynı zamanda bir yaşam biçimi de olduğunu vaaz eden ve hatta dünyayı bile kurtarmaya soyunan tasarım camiasının “değişim” ve değişimin dinamikleri konusundaki duruşu naif, şuur seviyesi ise şaşırtıcı derecede düşüktür. Değişime pozitif anlamda yön verebilme iddiasındaki - ki sadece ürün veya firma vb. düzeylerde değil, giderek toplumsal düzlemde (social design) ve mevcut hayat tarzlarını dahi değiştirecek radikallikte iddialara sahip bir grubun, toplumsal değişimin dinamikleri konusunda bu kadar naif ve hatta şuursuz olması ve sürekli böyle kalmayı becerebilmesi gerçekten ilgiyi hak ediyor. İnsan düşünmeden edemiyor, “naiflik” acaba tasarımın doğal bir parçası mı?


Bir meslek grubuna toplumun genelini pozitif yönde değiştirme misyonun atfedilmesi hiç de yeni bir şey değil. Hatta bunun en bilinen örneği, Marx tarafından işçi sınıfına sosyalist toplumsal düzeni kurma misyonunun biçilmesidir. Sonuç malum. Ama Marx’a haksızlık da etmeyelim, o bunu bir koşula bağlamıştı; misyon biçilen grubun politik şuur sahibi ve örgütlü olması gerekiyordu.


Beklentimizi Marx kadar yükseltmesek de, tasarım camiasının genelde politikaya uzak olduğu yaygın olarak gözlenen bir gerçek. Bir meslek grubu olarak, tasarımcılar daha ne mühendislerin ne de mimarların örgütlülüğüne ve politik seviyesine ne yazık ki ulaşabilmiş değiller. Bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil, küresel ölçekte de geçerli. Tasarım alanında mesleki örgütler mevcut elbette. Ama ister ABD’de IDSA olsun, ister Türkiye’de ETMK olsun, bu örgütlerin kapsayıcılığı, üye tabanları ve temsil güçleri oldukça zayıf. Buna karşın, bazen bu tür örgütlerde bile bir cins mesleki bürokrasinin oluşarak ve hatta meslekten görece bağımsızlık kazanarak, kendini meslektaşların yerine ikame edecek şekilde, oligarşik bir varlık kazanabildiği gözleniyor. Tasarım örgütlerinin yönetimlerinde tasarımla ilişkisi sorgulanabilir kişi ve grupların hakim olması gibi durumlar da bazen istisna olmaktan çıkabiliyor. Bu tür örgütsel “arıza” göstergeleri aslında o meslek gruplarındaki apolitik yapının da doğal bir sonucu. Politik şuur düzeyi bir grubun neden ve nasıl örgütlendiği ya da örgütlenemediğiyle yakından ilişkilidir. Amaç (şuur) ve yöntem (örgütlülük) bir bütün oldukları gibi, karşılıklı olarak birbirlerini de biçimlendirirler. Tasarımın Türkiye’deki çok düşük katılımlı ve sınırlı örgütlenme deneyimi, ne yazık ki tasarım ödülleri ve yarışmaları düzenlemenin ötesine çok az geçebildi. Bir meslek grubu olarak tasarımcılar toplumun genelini ilgilendiren konularda ortak görüşler oluşturamadı ve bunları kendi mesleki pratikleriyle ilişkilendirmeyi henüz beceremedi. Tasarımın sürdürülebilirlik, işsizlik, yoksulluk gibi genel toplumsal sorunların çözümünde nasıl kullanılması gerektiğine dair politik bir tartışmaya ve bu tartışmadan kaynaklanan bir yönetim değişikliğine bildiğim kadarıyla ne Türkiye’de ne de yurtdışında henüz hiçbir tasarım örgütünde tanık olunmadı. Ama galiba çok daha vahim olan, tasarımcıların bir meslek grubu olarak, toplumsal düzeyde anlamlı, pozitif bir değişimi tetikleme misyonunu üstlenebilecek şuur ve örgütlülüğe zihinsel olarak da uzak duruşudur.


Hal böyle iken, ister bir meslek grubu olsun, ister her isteyene açık “kreatif” ve “liberal” bir yaşam tarzı, tasarımın dünyayı kurtarabileceğine dair savlar naif temennilerin ya da manipülatif, boş sloganların ötesine ne yazık ki geçemiyor. Bir mesleki grup olarak ele alındığında, tasarım camiası bir türlü anlayamadığı ve ya anlamak istemediği toplumsal ilişkilerin, dinamiklerin ve başat aktörlerin arasında, bırakın dünyayı kurtarmayı, henüz kendi hak ve hukukunu dahi gerektiğince savunmaktan aciz görünüyor. Kendini kurtaramayan, dünyayı nasıl kurtarır?

Kaynak: http://tr.dexigner.com/jump/haber/20932

23 Haziran 2010 Çarşamba

Doğup büyüdüğün boğazda saklı bir kadın...


Doğup büyüdüğün boğazda SAKLI BİR KADIN...
Başak sarısı saçlarıyla,
Donuk kara rimelli bakışlarıyla medetle sevdiğini bekleyen bir kadın.
Nefesi deniz kokan, her adımı sana biraz daha yaklaşmak olan bir kadın
Her akşam yolunu mesken tuttuğun diğer bir kadın,
Ağacının gölgesinde oturmuş,yıllarca öpüp başa konası ellerini tutmuş,
Gönüllere sığdıramadığın o aslanlar gibi yüreği olan bir kadın.
Söyle sen hiç böyle aşk gördünmü İSTANBUL...
Aynı dostlar seni bana birde böyle anlattılar be istanbul
Bilinmez tadınmışım kadının olamazmışım,
Ve hep öyle kalıcakmışım DOĞRU MU İSTANBUL...

Tuğba Kurt (3 Eylül 2009)

TK


Bendeniz Tuğba Kurt,
Tasarımcı kimliğimin yanında diğer disiplinlerle de performans oluşturmaya çalışıyorum.
Şiirlerimle birlikte eş zamanlı olarak öykü çalışmalarım da devam etmekte.
İşimin destek unsurları olarak karakalem ve kısmen fotoğraf çalışmaları...
Yoğun bir tempo.
Bu temponun ve enerjimin vazgeçilmez besin kaynağı ise;
Tabii ki İSTANBUL.
Tüm bu çalışmalarımı zaman zaman sizlerle buradan paylaşacağım.
Neşemi,
Sevincimi
Ve bazen hüznümü, ürettiğim değerlerimde hissedeceksiniz...
İstanbul çıkışlı bu uzun yolda,
Hayat kariyerinin basamaklarında,
Sizlerle birlikte yürüyeceğiz.
Beni izlemeye devam ediniz.

Saygılarımla.

Tuğba Kurt
...TK...

21 Haziran 2010 Pazartesi

Film Şirketi için Afiş Çalışmam



Afişimde insan ve sokak unsurunu işlemem,
Görüldüğü üzere her sokak başı kendi yönettiğimiz ve
oynadığımız film kareleriyle bürülüdür mantığıyla kitle
de güven ve samimiyet uyandırmaktır.

Eser Film Tabela Tasarımı


Marka Sizsiniz...


ESER FİLM...


Eser Film'e ait zarf ve kartvizit tasarım örnekleri...

TK Saatçilik Logo Taslak Tasarımları...

Tişört üzerine bir tasarım çalışmam :)

‘Veda’ Filminin Afişi Emrah Yücel’den...


“Veda”nın afişi, fragmanı ve web sayfası da son dönemde dünya sinemasında da adından sık sık sözettiren Türk Grafik Tasarımcı Emrah Yücel tarafından yapıldı.
Gişe rekortmeni Hollywood filmlerinin afişlerine hayat veren adam, dünyaca ünlü Türk grafik tasarımcı Emrah Yücel dünyanın tanıdığı ve hayran olduğu, Hollywood starları, Brad Pitt, Tom Hanks, Kirk Douglas gibi pek çok ünlü ismin kişisel web sitesini hazırladı.
Son yıllarda birbiri ardına Amerikan ve Türk sinemasının en gözde filmlerine afişler yapan Yücel’in şirketi Iconisus, “Veda” gibi önemli filmlerin tanıtım kampanyalarını da yürütüyor.

20 Haziran 2010 Pazar

İSTANBUL...



Havan suyun afişlerimin şiirlerimin en büyük sermayesi oldu.
Senin üstüne yazmakda çizmekde güzel İSTANBUL...

Yaratıcılık altı üstü Tasarım mıdır?



Maksat mektepli-alaylı değil, neyi nerede ne kadar öğrendiğindir.
Grafikerlikte USTA ÇIRAK ilişkisi nasıl OLMALI?
Çıraklar USTAya saygı duyup ustaya HÜRMET etmeli!
2 aylık kurstan çıkıp ben artık grafiker oldum deyip, bir ustanın yanında pişmeden, ustasının iznini almadan grafikerim dememeli, çok ucuza ve kalitesiz işler yaparak Ustalarıın EKMEĞİNİ ÇALMAYA talip OLMAMALI. Bunu teklif eden patronlara KARŞI DURMALI. Mesleğin şerefiyle oynamamalı, iki paralık etmemeli,mesleğini küçük düşürmemeli.

(Onu yapmasın, bunu yapmasın, peki bu genç aç mı kalsın diyenlere de şunu diyecem; niçin duvarcı olmuyor da grafiker oluyor? grafikerlik dünyanın en kolay mesleği görülüyor da ondan. İnsan katil olmak istese bile mafyanın içine bu kadar kolay giremiyor.)

Ve biri buna DUR demeli ! (Buna dur diyecek, grafikerliğin ilke ve sınırlarını çizecek bir kuruluş olmalı)
Çırak böyle yaparsa USTA ona elini verir. Ama çırak öpeceği eli ısırırsa USTA ondan kaçar. Çırak patronun elini öperse mesleğinin kölesi değil, patronun kölesi olur.

Usta ustalığını, çırak çıraklığını bimezse ayaklar baş olur, dertler bitmez, birileri bu durumu KULLANIR.

Herkes yerini bilirse sistem tıkır tıkır işler, çırak da usta olur, ister alaylı, ister mektepli herkes mutlu olur
Maksat mektepli-alaylı değil, neyi nerede ne kadar öğrendin, bana hocanı söyle sana kim olduğunu söyleyeyim meselesidir.

Bir meslek iki yolla gelişir;
1-Akademik üniversite gibi örgütlü eğitim kurumlarıyla. (mektepli-okullu)
2-Usta-çırak ilişkisi gibi yaygın -geleneksel metodlarla (alaylı-çekirdekten)

Türkiyede ikisi de aksamaktadır. Mektepliler piyasayı ve pratiği bilmemekte, alaylılar da teoriyi ve tasarımı bilmemektedir.
Usta dediğimiz üniversitede hoca dır. Hem üniversitedeki, hem piyasadaki hocalara saygı kalmamıştır.
Mekteplinin piyasada pişmesi, alaylının ustanın yanında pişmesi gerekmektedir.
Her ikisinin birbirinden öğreneceği çok şey vardır.
(alıntıdır)

Alın Benden kadınlığımı Verin Bana Çocukluğumu


Çocukluğumdan bana tek kalan şey ismimdi.
ne oyuncaklarım ne salıncaklarım ne üç taşlarım
Ne de pileli eteklerim
Hiç birisi yerlerinde durmuyordu artık.

Bana eşiğe baktığımda evcilik oyunlarımızı hatırlatan arkadaşlarım bile mahallede yoktular artık,
Onların yerini şimdilerde "evcilik oynayalım gel" diyen koca düş kırıklıklarım almıştı ,,

DÜŞÜNDÜKÇE KALBİM AĞRIYOR
BU KALP AĞRISI ÖYLE KÖR EBE OYNARKEN KOŞUPTA YÜREĞİNİN SIKIŞMASI GİBİ DEĞİL,
ÖYLESİNE NEFES KESİYOR İŞTE..
ELİMDE DEĞİL
ALIN BENDEN KADINLIĞIMI VERİN BANA ÇOCUKLUĞUMU DİYESİM GELİYOR İŞTE.
Bİraz ilerde ne dumanlı vapurları ne köpüklü denizleri görüyorum
kulağımı dayayıp dinlemekten zevk aldığım martılar bile küfür ediyor artık..

İşte şimdi çocukluğumda Kara kedi gecelerde saklandığım kuytulara girmenin tam zamanıydı.
Gelecek umutlar için geçmişten beklenen bir kıvılcımdı bu kadının isteği,
UMUT YOKSA HAYATTA YOKTU ,diyenlerdendi.
Tam vazgeçmişken karşı kıyıda çocukluğunda kendi eliyle boyayıp adını UMUT koyduğu TEKNEYİ gördü,
O fırtınalı hırçın denizlere rağmen SARSILSA DA BATMAYAN UMUDUY DU
O Tanrı dan görmek için beklediği bir UMUT KIVILCIMIYDI İŞTE.

UMUDUN DİLİ OLSADA HAYKIRSA
NE ŞEKİLLERE BÜRÜNÜP KARŞIMIZDA DURUYOR BİR GÖREBİLSEK BİR DUYABİLSEK DİYE.

TUĞBA KURT.

Maskot çalışması.

İstanbul

19 Haziran 2010 Cumartesi

İstanbul Kadını


Naçizane ilk tasarımım :)
by TK


Orhan Veli'nin çukura düştüğü akşam yazdığı "lambalı kadın"
Bir başka şairin o akşam ki sarhoşluğuyla yazılan" kamelyalı kadın " şiirleri gibide öylesine birden bire yazılmadım yazılmadın ISTANBULKADINI.:)